19 Kasım 2008 Çarşamba

Fikir özgürlüğü insanın en değerli varlığı değil mi yani? - Maria Rosa Cutrufelli / Olympe

1789 yılında başlayan Fransız Devrimi’ni, 1793 yılında, Fransızca'da ‘La Terreur’ adı verilen şiddet olayları ve giyotin cezaları dönemi takip etti. Aydınlanma çağındaki gelişmelere dayanan ‘milliyetçilik’, ‘vatandaşlık’ ve ‘satılamaz haklar’ gibi konuların tartışmaya açılamaması, bu zaman içinde ‘devrim düşmanlarını’ yaratmıştı. 1793 yılı, tarihte, ‘giyotin’le özdeşleşen bir yıl oldu. Kral 16. Louis, Kraliçe Marie Antoinette ve devrimin diktatörü Robespierre, bu yıl içinde giyotinden geçirilen binlerce isimden yalnızca birkaçı.

Fransız Devrimi’nin kendinden başka herkesi düşman gören ‘Jakoben’ anlayışı, giyotin cezasına çarptırdığı insanların söylemek istediklerini dinlemeyi bile reddediyordu. Ancak fikirlerini söyledikleri için insanlar öldürüldüyse de, fikirler giyotine çarptırılamadığı için, yaşamaya devam etti.

Maria Rosa Cutrufelli’nin romanı ‘Olympe’te, gerçek hikâyesini anlattığı Olympe de Gouges da, devrimi ilk başlarda, büyük bir heyecan ve mutlulukla karşılamış bir gazeteci ve oyun yazarıydı. Ancak ‘ihtilal, kendi çocuklarını yemiş’, heyecanını, devrimin kadınlara hiçbir yenilik getirmediğini görünce yitiren de Gouges’u, 1793 senesinin 3 Kasım’ında, tezahüratlar eşliğinde, ölüm cezasına çarptırmıştı.

Olympe de Gouges, 1791 yılında, Fransız Devrimi’nin temel taşlarından olan ‘İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’ne karşı bir bildiri yayımladı. Türkçeye ‘insan’ olarak çevrilen kelime aslında yalnızca erkekleri kapsayan bir düzene işaret ediyordu. De Gouges ise, ‘Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirisi’ni, Kraliçe Marie Antoinette’e yazılmış bir mektup olarak düzenledi ve elbette ki, ‘deli’ olarak damgalanması geç olmadı. Jakobenler’e göre kadınların tek görevi evlerinde oturup devrimin, bir gecede yenisini kurabileceğini iddia ettiği düzenin devamı için çocuk yetiştirmekti.

Ama de Gouges’un sesini yükselttiği tek konu hemcinslerinin sorunları değildi. O, kadının her konuda fikrini söylemeye hakkı olduğunu, 1793 yılında yayımladığı ‘Üç Oy Sandığı’ bildirisiyle göstermek istedi. Ancak sonunu getiren bildiri de bu olacaktı. Yönetimin şeklinin, silahla değil oy sandığı kullanılarak belirlenmesi gerektiğini savunan bu bildiri, ismini, de Gouges’un sunduğu üç alternatiften alıyordu.

“Tehlike içindeki vatanımız adına, Fransa’nın her bölümüne, Meclis Başkanı’nın kürsüsünün üzerine, üç adet oy sandığı konulmasını teklif ediyorum. İlk sandıkta ‘Cumhuriyetçi Devlet’, ikincisinde ‘Federal Devlet’, üçüncüsünde ‘Monarşik Devlet’ yazılsın. Gene tehlikedeki vatanımız adına Başkan, bu üç yönetim şeklinden birisinin özgür ve bağımsız bir şekilde seçilmesini isteyecektir. Yaptıkları seçimlere her zaman sahip çıkmış Fransızlara da bölgenin alışkanlıklarına en uygun, en iyi gelen yönetim şeklini gizli bir oylamayla belirlemek kalacaktır. Çoğunluk kazanacaktır” diyordu de Gouges bildirinin içeriğini açıklarken.

Feminizmi (kadının boşanma hakkı, evlilik dışı cinsel ilişki hakkı vb.), demokrasiyi savunan, köleliğe karşı çıkan Olympe de Gouges’un öldürülmesi için, devrim mahkemesine göre çok sebep vardı. Ancak bunlardan en öne çıkanı de Gouges’un Kral 16. Louis’nin öldürülmesine karşı çıkmasıydı. Kralı çok sevdiğinden değil, gerçek devrimin ancak, devrim yapıldıktan sonra kralın yaşamaya devam ettiği bir Fransa’da gerçekleşebileceğini düşündüğünden.

Olympe de Gouges’un 14 Kasım’da kaleme alınan ölüm raporu şöyle diyor:

“Hayal gücü çok kuvvetli olan Olympe de Gouges, çılgınlığının doğadan gelen bir ilham olduğu yanılgısına düştü. Devlet adamı olmak istedi.

Dün kanun, bu komplocuyu, kendi cinsiyetine ait erdemleri unuttuğu için cezalandırdı.”

Marie Rosa Cutrufelli’nin romanı ‘Olympe’, Temmuz 1793’te ‘Üç Oy Sandığı’ bildirisi sebebiyle tutuklanmasından, kasım ayında öldürülmesine kadar Olympe’in hayatında, Fransa’da ve bu zamana kadar devrimin etkisi altına aldığı Avrupa’daki gelişmeleri, birçok kadının ağzından anlatıyor.

Bunların arasında Olympe’in kendisinin dışında, oğlunun sevgilisi Hyacinthe’den, koğuş arkadaşı Rosalie’ye, Olympe’i ihbar eden Françoise-Modeste’e kadar birçok ses var. Bu seslerin, o yıllardaki fikir karmaşasından etkilenmemiş olması mümkün değil elbette. Hepsinin düzensizliğe karşı tutumlarında, çarpışan fikirlerin izlerini görmek mümkün.

Olympe bu kadınların hepsinin hayatında çarpıcı değişikliklere sebep oluyor. Bunlardan ilki, kitapta ilk tanıştığımız karakter olan Hyacinthe. Henüz on dokuz yaşında evliliğin eski düzenin bir dayatması olduğunu savunduğu için Olympe’in oğlu Pierre ile evlenmek yerine, onunla beraber yaşamayı tercih etmiş bir kadın Hyacinthe. Ancak kitabın bütün karakterlerinde gördüğümüz bu radikal tavır, yeni bir düzen kurmanın aslında eskisini yıkmakla bitmeyeceğinin bireysel örnekleri de olarak da görev yapıyor.

Hyacinthe, her ne kadar, eski düzene karşı geldiyse de, Olympe, Pierre’le beraber yaşadıkları eve misafir olarak geldiği zaman, ilişkilerini isimlendirme, Olympe’le bu ismin beraberinde getirdiği gelenekler dahilinde bir ilişki kurma ihtiyacını duyuyor.

Olympe’in, annesinin bütün aktif tavrına karşı donanma komutanı olmuş oğlu Pierre’de, Jakoben fikirlerinin yankılarını duymamak mümkün değil. Hyacinthe’in hamileliği sırasında sütle dolan göğüsleriyle gurur guyan Pierre, “Çocuklarını içine çekerek, onları kendi bedeni ve ruhuyla besleyen bir anneden daha güzel ne var dünyada?” diyor. Hyacinthe ise, doğumdan sonra sütünün az olmasından dolayı Pierre’e karşı suçluluk hissetmektn alıkoyamıyor kendini. Her ne kadar “Vücudum anlamak istemiyorsa, benim bir şey yapamayacağımı bilmiyor muydu?” diye sormayı akıl edebilse de.

Olympe’in geleneksel bir anne olmadığını anlamak için, Pierre’in annesine deli muamelesi yaptığını görmeye gerek yok. Kendi annesi gibi, Olympe de, geleneksel olmayan ilişkiler yaşamış hatta böyle bir ilişkiden çocuk sahibi olmuş bir kadın. Kendi davasını, oğlunun işinden olması pahasına savunmaya devam etmiş, bundan da pişmanlık duyuyormuş gibi davranmaya gerek görmeyen bir kadın.

Olympe, Hyacinthe’i, bir ‘hareket’ sembolü olduğu açık yürüyüşlere alıştırıyor zamanla. İlişkileri de yepyeni bir bakışla şekilleniyor: “Yanına gelmek için o kadar yürüdüm ki. Senin o hızlı adımlarından attım ben de. … Oğlunun eşi değilim ben. Paris sokaklarına korku duymadan çıkmayı öğrettiğin o küçük baykuşum. Torunlarının annesi de değilim. Ben Marie Anne Hyacinthe’m. Sanki aynı yaştaymışız gibi, benim on dokuz yaşımın senin kırk yaşınla sohbet etmesine imkan tanıdığın için müteşekkirim sana” diyor Hyacinthe, Olympe için.

Olympe’i ihbar eden Françoise Modeste ise, Hyacinthe gibi cahil olsa da, değişikliğe en azından babasının savunmadığı bir değişikliğe, açık olmadığını göstererek, hem Olympe’e, hem de Hyacinthe’e karşıt bir karakter çiziyor. Onunla ilk olarak Fransız İhtilali’nin en önemli figürlerinden biri olan Jean Paul Marat’nın cenazesinde karşılaşıyoruz. Françoise Modeste, bugünün eşitsizlikten yakınan kadınına yabancı bir karakter değil. Kadın erkek eşitsizliğini düzenin temel taşlarından biri olarak gören, kadınlarla erkeklerin devrim sürecinde ve sonrasında, cinsiyetlerine göre ayrı görevler üstlenmeleri gerektiğine inanan ondört yaşında bir kız çocuğu aslında Françoise Modeste. Babasının mesleği –ilan yapıştırmak- dolayısıyla, vatanı beklediğine inanıyor.

Özgür olmayı her şeyden çok istese de, özgürlüğün yolunun erkekleşmekten, yani sistemle bir olmaktan geçmediğinin farkında olmaksızın, kadınların özgürlük haklarının savunucusu Olympe’i bir vatan haini ilan ediveriyor. Bu, babasının onayını almak için her şeyi yapabilecek kızın anlatımında, büyük meselelere yalnızca tek bir açıdan bakmayı becerebilen Jakobenler’in tabularının ne kadar çocukça olduğunu görmemek imkansız. Oysa, Françoise Modeste’e göre, kendisi ‘bir vatansever, ispiyoncu değil’.

Devrimin koruyucularını ise, Olympe’in yardımcısı Justine, “Halles’deki satıcı kadınların önünden geçerken hayatında hiç kadın görmemiş bir delikanlı gibi, birinin göğsüne ötekinin kalçasına dokunan beyaz saçlı ihtiyar” komiserler, hapishane görevlisi Marion ise, askerden kaçmak için hizmetçisiyle evlenen hapishane müdürleri olarak tanımlıyor.

Françoise Modeste gibi, kadınların karşısında duran kadınlarla bile çarpışmak zorunda kalan feminist fikirlerin savaşı devam ediyor. Devrimin yarattığı tabuları savunanların, tehdit olarak gördükleri her yeni sesi susturmak için, ölüm cezası dahil, ellerinden geleni yapmalarını meşrulaştıran düzen, hâlâ yabancısı olduğumuz şey değil. Bunlara karşı sürdürdüğü ayaklanmayı şöyle savunuyor Olympe de Gouges:

“İnsan ruhunun ürettiklerini mi sorgulamak amacınız? Fransa için yaptığım iyi ve önemli şeyleri unutup komedilerimden birkaç cümle seçerek beni suçlamanız bir zorbalık değil mi? (…) Fikir özgürlüğü bir ütopyadan, bir olguya verilen içi doldurulmamış bir tanımdan mı ibaret? Anayasanın yedinci maddesinde belirtildiği gibi, insanın en değerli varlığı değil mi yani?”

(Virgül Dergisi Ekim 2008 sayısı)


Hiç yorum yok: