11 Nisan 2009 Cumartesi

Malkovich'le 14 dakika 17 saniye

buraya da salak gibi kendi fotoğrafımı koyuyorum çünkü sistemden fotoğraf çekemiyorum

İSTANBUL – Onu ister ‘Ateş Hattı’yla hatırlayın ister ‘Places in the Heart’la ister kendi adına çekilen ‘John Malkovich Olmak’la ister ‘Tehlikeli İlişkiler’le, John Malkovich’in onyıllardır ve hala en saygı gören oyunculardan biri. 28. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nden onur ödülü almak üzere İstanbul’a geleceğini duyunca onu göremeyeceğini bilen insanların bile heyecanlanması işte bu yüzden. Dün sabah yapılan basın toplantısı, ardından az sayıda verdiği (ama Radikal olarak bizim de kaptığımız) röportaj ve Emek Sinema’sında gerçekleşen ödül töreniyle beraber günümüzün yarısı Malkovich’le geçti. Gerek kibarlığına hayran kalarak gerek bir gazeteciye ‘Robert Fisk okuyup da bana hala Robert Fisk’i neden sevmediğimi sorabiliyorsanız zaten cevap versem de anlamazsınız” demesine şaşarak bütün gün onu anlamaya çalıştık.

Beyninin içinde düşündüğünden emin olduğum onca şeyi neden söylemiyor bilemiyorum ama sebebin kişiliği olduğunu sanıyorum. Tabii çok ünlü olduğu bunca zaman boyunca kimbilir söylemek istemediği neler söyledi. Hele ki basın toplantısında Tom Cruise’u neden öldürmek istediğine dair bir soru sorulunca yüzünün aldığı ifadeyi görünce insan bir üzülüyor(!). Hayatında öyle bir laf etmemiş besbelli. Ancak bir diğer belli olan şey ise sabit fikirli olmamakla beraber, aykırı ya da herkesin ilk duyuşta sakin yaklaşamayacağı fikirlere sahip olabileceği.
Basın toplantısı boyunca kendi fikrinin sorulduğu her durumda son derece temkinli davrandı Malkovich. Hiçbir konuda kesin bir şey söylemek istemediği belli. Ama zamanında ABD’de idam cezasının kaldırılmasına şiddetle karşı çıktığı biliniyor. Hatta bir seri katilin idamından sonra ‘şampanyalı mampanyalı’ bir parti verdiği bile söyleniyor.

Ama bu kadar yıldır çok sayıda filmini gördüğüm (hatta benim değil annemin jenerasyonu olduğu için seyrederek büyüdüğüm) kafamdaki imajı çok sağlam bir oyuncu hakkında sayfalarca yazacağımı sanıyorum röportaja girmeden önce. Ama John Malkovich fazla konuşmuyor. Kendisi de kelimelerle arasının çok iyi olmadığını söylüyor zaten. Ancak yüz ifadesinden de bir şey çıkarmak çok kolay değil. Poker suratlı olarak tabir edilebilecek insanlardan Malkovich. Konuşmaması da kendisiyle ilgili birçok pozitif şey söylüyor diye düşünmek mümkün. Çünkü ‘Utanç’ı seyrederken “Allahım bu batılılarda amma bayılıyolar konuşmaya” diye geçti içimden.

John Malkovich’in son filmi ‘Utanç’ (Disgrace) ile İstanbul Film Festivali’nde gösterilen filmlerden biri. Cape Town’da bir üniversitede ders veren bir profesörü canlandırdığı film J. M. Coetzee’nin en ünlü (ve iki Booker Ödüllü) romanından uyarlama. Profesör Lurie öğrencilerinden biriyle ilişkiye giriyor. Ancak öğrencinin bu konudaki istekliliği tartışmalı. Ardından okuldan atılıyor ve çölün ortasında yetiştirdiği meyve sebzeyi pazarda satarak hayatını kazanan kızını ziyarete gidiyor. Burada yaşadıkları ve tanıştığı insanlar üstünden Profesör Lurie’nin kişiliğindeki katmanları, Güney Afrika’da yaşayan Batılı bir profesör olarak önyargılarını ve içindeki ‘insanlığına dair karmaşıklığı’ görüyoruz.

Geçtiğimiz yılın en çok konuşulan filmlerinin neredeyse tamamı (‘The Reader’, ‘Hayallerin Peşinde’ ve ‘Milyoner’) uyarlama olunca ve ‘Utanç’ da 21. Yüzyılın en iddialı romanlarından birinin uyarlaması olunca Salman Rüştü’nün Oscar töreninin ardından The Guardian’da yayımlanan yazısı geliyor aklıma. Rüştü bir zamanlar bir yönetmenin kendisine ‘Tüm uyarlamaların kaderi berbat olmaktır’ dediğini söylüyor ve bunun üstüne birçok örnekle bu fikri tartıışıyor yazıda. Malkovich kendisi de ‘The Dancer Upstairs’da Nicholas Shakespeare’in romanını sinemaya uyarlamıştı. Basın toplantısında öğrendiğimiz üzere daha virçok uyarlama yapmayı da düşünüyor. Röportaja geçtiğimizde hemen soruyorum: Salman Rüştü’nün yarattığı tartışma konusunda ne düşünüyor?

“Her uyarlamanın kaderinin berbat olmak olduğunu düşünmüyorum ama tamamen yanlış da değil söylediği. Yalnızca bir romanın özünü oluşturan şeyleri filmde yakalamanın ve filmin romanın yoğunluğunu, karmaşıklığını taşıyabilmesinin çok çok zor olduğunu düşünüyorum” diyor. “İmkansız değil ama çok çok zor.” Ancak ‘Utanç’ı henüz seyretmediği için filmle ilgili bir yorumda bulunmuyor. Yapımcıların gönderdiği dvdlerin hepsi bozuk çıkmış. Benim seyrettiğim kopyanın da son 35 dakikası bozuktu. John Malkovich bunun dvd’nin kaderi olduğunu düşünüyor.

‘Utanç’ta Profesör Lurie’nin verdiği derslerden biri de (aslında filmde verdiğini gördüğümüz tek ders) romantik şiir. Peki kendini bir romantik ya da bir romantik akım insanı olarak görüyor mu? “Hayır” diyor çok net biçimde. Peki birçok edebiyatçı gibi o da romantiklerin canları ne isterse onu gördüklerini ve biraz abartıldıklarını düşünüyor mu? “Evet ve hayır” diyor. Sonra uzun bir süre düşünüyor. Röportaj süresince sıkça yaşayacağım karmaşanın ilki burada beliriyor: Konuşmasını bekliyorum ama konuşmayacak mı acaba? Derken söze başlıyor. “Bence romantik dönem şairleri ve diğer şirler ve yazarlar dünyanın güzelliklerini çok güzel yakalamış ve aktarmışlar. Ama o zamanın yazarlarının yaşadığı dünya şimdikinden çok farklıymış.”

Profesör Lurie’nin öğrencisiyle yaşadığı ilişki jürinin bazı üyeleri tarafından büyük tepki görüyor. Ama hepsinin ve filmdeki herkesin aynı şiddette tepki verdiğini söylemek zor. Bunun bir tecavüz vakası olduğunu söylemek yalan söylemek olur. Ancak Profesör Lurie’nin (belki de sırf duymak istenen bu olduğu için) söylediği üzere ‘bulunduğu pozisyondan yararlanarak’ yaklaşıyor öğrencisine. Peki Malkovich bu davranışı ne kadar yanlış buluyor: “Korkunç, dehşet verici biçimde yanlış.” “Ama benim yaşımda ve benden daha genç birçok erkek gençliği ve (uzun zaman doğru kelimeyi aradıktan sonra) masumiyeti çekici buluyor. Ben kesinlikle böyle bir insan olmadığım için benim için bunun korkunç derecede yanlış olduğunu söylemek çok kolay ama mesela David Lurie yaptığının hiçbir sakıncası olmadığını düşünüyor. Hatta hayat tarzı bu” diyor.

‘Utanç’ta insanların özellikle de Güney Afrika’da yaşayan Batılılar’ın iyi olma çabalarıyla ilgili büyük bir soru işareti var. İyi olmanın iyiliği korumanın pek kolay olmadığı bir dünyada yaşadığımız su götürmez bir gerçek. Kendisi zorlanıyor mu iyi olmakta? “Hayır, çünkü bir insan hayatta sahip olabileceği bütün avantajlara, fırsatlara ve kutsanmışlığa sahipse iyi olmak çok zor değil. İyi olduğumu söylemiyorum ama öyle olmaya çalışmak benim için acı verici veya zorlayıcı değil” diyor.

Profesör Lurie’yi hiç tasvip etmediğini özellikle vurguluyor ama bunun bir yandan da yönetmenin romanı yorumlayış biçimi olduğunu ekliyor. “Ben yönetiyor olsaydım profesörü ve olayları öyle yorumlamazdım. Sanırım kızıyla olan ilişkisine daha sıcak yaklaşırdım ve daha az metaforik yaklaşırdım.“ diyor.

Son olarak kendi sevdiği yazarları merak ettiğimi söylüyorum. “Çok var” diyor. “Pek sinemaya gitmesem de olabildiğince okumaya çalışıyorum. Yıllardır kurgu okumuyordum. Bir süre önce yeniden okumaya başladım. Roberto Bolaño çok okudum. Faulkner beni çok etkiledi. Delillo da öyle. Marquez çok severim. Natsuo Kirino’nun kitaplarını çok okudum yakın zamanda. Orhan Pamuk seviyorum. Özellikle sevdikleri ‘İstanbul’ ve ‘Kar’.”

Bize ayrılan kısa sürenin sonuna geliyoruz ancak 28. Uluslararası İstanbul Film Festivali kapsamında alacağı Onur Ödülü’nün verileceği Emek Sineması’na doğru İstiklal Caddesi’nden yürümeye başlıyoruz. John Malkovich’in İstanbul’da olduğuna dair en ufak fikri olmayan İstanbullular’ın arasından gerek fotoğraf çektirerek gerek imza dağıtarak gedikten sonra sinemanın sokağının köşesinde onu bekleyen hayranlarıyla karşılaşıyor Malkovich. Sokağı yürümek, sinemaya girmek, salonda girmek, yerine oturmak ve ödülünü almak için seyircinin sakinleşmesini beklemek dakikalar sürüyor. Sonunda John Malkovich daha önce defalarca Onur Ödülü almak üzere çağırıldığı festivalde Emek Sineması’nın sahnesine çıkıp Şakir Eczacıbaşı’nın elinden ödülünü aldıktan sonra “Bu kadar keyifle yaptığım bir işten dolayı bu ödüle layık görüldüğüm için çok şanslı hissediyorum” diyor. “Bilmiyorum bunu hak etmek için ne yaptım?”

Biz biliyoruz ve festival seyircisi olarak ‘Utanç’ı seyrederken kimbilir kaçıncı defa hatırlayacağız.

Hiç yorum yok: